Paylaşımın tek adresi güller burda açar |
| | David Hume | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
xezal Admin
Mesaj Sayısı : 438 Yaş : 30 Nerden : beytüşşebap Kayıt tarihi : 26/05/08
| Konu: David Hume Perş. Mayıs 29, 2008 7:01 pm | |
| (1711-1776). — İskoçyalı filozof, felsefede kuşkucu ve bilinemezci (septik ve agnostik), aktif politikacı, toplumsal ekonomi sorunları üzerine denemeler yazdı ve özgün bir tarihçi oldu. Hume'un felsefesi İngiliz burjuvazisine özgü düşüncenin yöneliminin, yani Locke'un deneysel felsefesi ile başlayıp sonradan Berkeley'in öznelciliğine (subjectivisme) dönen, ve en sonunda bütün temel sorunlarda bilinemezcilikten yana, yani gerçek bilginin olanaksızlığını iddia eden teoriden yana düşünceleri benimseyen yönelimin en belirgin örneğini temsil eder.
Hume, Berkeley gibi, maddenin varlığını yadsımakla yetinmez, nedensellik ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri olmadığını, yalnızca öznel bir alışkanlığın değişikliklerine uyarak kurulmuş olduklarını bildirerek, kuşkuculuğunu, şeylerin nedensel ilişkilerine kadar genişletir. İnsan, olaylar dizilerinin, düzenli bir biçimde yinelendiğini saptadı, ve bundan, başka hiçbir neden olmaksızın, olaylardan birinin, ötekinin nedeni olduğu sonucuna vardı.
Şunu gözlüyorum, diyor Hume, ne zaman ak bilye, kızıl bilyeye çarpsa, kızıl bilye hareket ediyor. Bunun sürekli böyle olmasını, beyaz bilyenin çarpması, kızıl bilyenin hareketinin nedenidir diyerek ifade ediyorum. Peki ama, burada, zorunlu ve nesnel bir nedensellik olduğunu, basit kişisel bir yanılma olmadığını kim temin edebilir bana? Kim bana temin edebilir, yarın da, gene beyaz bilyenin çarpmasının kızıl bilyeyi harekete geçireceğini ve gene onun hareketinin nedeni olacağım? Demek ki, Hume, her şeye karşın, gene de dünyanın bilinmesi ve açıklanmasının eksenini oluşturan nedensellik ilişkisi konusunda, her türlü garantiyi reddediyor.
Gene ona göre, dış dünya, en sonunda bir varsayımdan bir "sam"dan başka bir şey değildir. İşte Hume'u çürütmek için Kant, kendi "eleştiri" öğretisini hazırlamıştır. Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da tahlil ettiği Hume'un para teorisi, onun, şeylerin yüzeysel görünüşlerinin her zaman esas temel süreçlerin yerlerini aldığı yolundaki yutturmaca burjuva anlayışının ekonomik ilişkilere uygulanışıdır. Başlıca felsefe yapıtları: İnsan Tabiatı Üzerine İnceleme (1739-1740), İnsan Aklı Üzerine Araştırmalar (1748). | |
| | | xezal Admin
Mesaj Sayısı : 438 Yaş : 30 Nerden : beytüşşebap Kayıt tarihi : 26/05/08
| Konu: Geri: David Hume Perş. Mayıs 29, 2008 7:02 pm | |
| Aquinolu Thomas (1225 -1274) Aquino'lu Thomas 'da tümü ile farklı bir felsefe ile karşılaşırız. Thomas düşüncelerini iki büyük eserinde toplamıştır: "Summa Philosophica" da denilen birinci eser "Allah'tan Başkasına Tapanlara Karsı" (müşriklere karşı) ismini taşır. Burada "Allah'tan Başkasına Tapanlar" deyimi ile Hıristiyan olmayanlar değil de, Brabant'lı Siger ve yandaşları, yani Lâtin İbni Rüşdçüler kastedilmiştir. İkinci eserin ismi "Summa Theologica"dır. İlahiyata ait olan tüm bilgiler bu eserin konusunu oluşturur.
Skolastiğin ilk döneminde felsefe, aslında rasyonalist bir ilahiyattır. Bu felsefe, insanın Allah ile ilişkilerini bilmek ister, bunun dışındaki konularla ilgilenmez. Üzerinde özellikle durulan sorunun yanıtı, zaten dini dogmalarca verilmiş bulunuyor.
Bu nedenle, önce dogmalara bağlı olarak inanmak, sonra da bunları akıl ile temellendirmeye çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. Oysa Skolastiğin ikinci dönemine, yani çökme dönemine geçince, bu durumun köklü biçimde değiştiğini görürüz. Bu dönem klasik şeklini Aquino'lu Thomas'ın felsefesinde bulur.
Aslen İtalyan olan Thomas'ın Papalık ile yakın ilişkileri vardı. Skolastiğin ilk dönemi, daha çok Yeni Eflâtuncu idi; ikinci dönemi ise Aristocudur. Nitekim Thomas da Aristo'dan hareket eder.
Ona göre Kilisenin kuralları ile Aristo'nun düşünceleri temelde ve içerik yönünden, birbirine uygundur. Fakat buna rağmen iman ile bilim ve felsefe bilgileri arasında bir fark vardır. Çünkü dinde, ancak iman ile kavranabilen, akılla aydınlatılmalarına olanak bulunmayan, birtakım "sırlar" bulunur. Ya da Thomas'ın kendi benzetmesi ile söylersek: İmanı bir tapınak olarak düşünürsek, bilim ve felsefe bilgileri bu tapınağın asıl içini değil, ancak girişini aydınlatabilir.
Söz gelişi Allah'ın varlığının ve bir "mutlak" ruh olduğunun felsefe ile kanıtlanması mümkündür. Fakat Allah'ın evreni belli bir zamanda (yedi günde) yaratmış olduğu, akılla değil de yalnız imanla kabul edilebilir. Günah ve sevapların hesabının görüleceği bir kıyamet gününün olacağı akıl ile aydınlatılamaz, buna yalnızca inanılır.
Aristo ile birlikte Thomas da her tür bilginin "deney "den kaynaklandığını kabul eder. Oysa ilk Skolastiğin tipik temsilcisi olan Augustinus'un görüşüne göre deneyin bilgi yönünden hiç önemi yoktur. Thomas'a göre bilgimizin hareket noktasını oluşturan "algı", eşyadan birtakım hayallerin gelip ruhumuza girmesi sonunda oluşur. Bundan sonra "düşünmenin" aktivitesi başlar. Eşyadan gelen algı hayalleri akıl tarafından "kavram"lar haline getirilir ve bu kavramlar bize eşyanın yapısını tanıtır.
Her türlü bilgi, gerek algı ve gerekse düşünme anlamındaki bilgi, kesinkes "reel" olan bir şeye geri döner. Bilgimizin, dışımızdaki reel dış dünyaya uygun olduğu, anlam ve zaman bakımından doğrudur. Dış dünyanın varlığından kuşkulanmanın hiç anlamı yoktur.
Thomas da, Aristo'nun yaptığı gibi, dış dünyadaki objelerde iki taraf olduğunu savunur: Madde ve Şifim. Her objede, bu maddeye biçim veren bir güç, bir de biçim bulunur. Bunu, en açık şekliyle, bitkilerde ve hayvanlarda görürüz. Canlıda, bitkide ve hayvanda; alınan gıdalara organizmayı oluşturacak biçim verici bir güç gizlidir.
Her objenin "nitelik" ve "varlık" taraflarını birbirinden ayırmak gerekir. Ya da her obje için şu iki soru sorulabilir: Bu nasıl bir objedir? Bu obje niçin vardır? Fakat her objedeki nitelik ve varlık birbiriyle uyum içinde birarada bulunur: Bu obje "Allah"tır.
O halde Allah, sebebi dışarıda değil de kendinde bulunan, dolayısıyla niteliği ve varlığı birbirinden ayrı olmayan varlıktır. Oysa öteki bütün objeler bir sebep sonucunda biçim kazanır ve bir varlığa sahip olur. Allah'ın ise bir sebebe gereksinimi yoktur. Onun biçimi yine kendisidir. Bu açıklama şekli, dikkat edilirse, ontolojik kanıtı kullanmaz, Allah'ın varlığını başka kanıtlardan çıkarır.
Önce bu evrende "son ve en yüksek bir sebebin", yani evreni ilk kez harekete geçirmiş olan bir sebebin var olması gerekir. Çünkü sebepler dizisi sonsuza kadar uzamaz, bu dizinin bir yerde sona ermesi gerekir. Allah'ın evreninin en yüksek nedeni ve ilk hareket ettiricisi olduğu görüşünü, Thomas Aristo'dan aynen almıştır. Fakat Thomas, Allah'ın varlığını kanıtlamak için, öteki bir kanıt daha gösterir: Her var olanın bir "amacı" vardır.
Ayrıca bir de tüm evren için son ve en yüksek bir amaç bulunacaktır. Tüm varlıklar ancak göreli olarak iyidir. Fakat bunun yanında bir de mutlak şekilde iyi olanın varolması gerekir. Evrenin son ve en yüksek amacı: "Mutlak olarak iyi olan" Allah'tır. O halde Allah, en yüksek neden ve en son amaçtır.
Thomas'a göre en yüksek neden ve en son amaç olan bir varlığın var olması gerektiğini de bize aklımız öğretir. Sonra Allah'ın maddi bir varlık olmayıp yalnızca bir ruh olduğunu da yine akıldan çıkarırız. İşte Allah'ın varlığı ve nitelikleri konusunda felsefe bizi buraya kadar getirebilir.
Thomas'a göre felsefe bir varlık bilimi, yani bir "ontoloji" de olabilir. Ontolojide deney ile mutlak düşünce birbirine uygundur. Söz gelişi mutlak düşünce bize var olanların çelişkisiz olmaları gerektiğini söyler ve bir şeyin hem var hem de yok olmasının olanaksızlığını gösterir. Biz buna çelişki ilkesi deriz. Bu bir mantık ilkesidir, fakat aynı zamanda varlıklara da uygulanan bir ontoloji ilkesidir. Bu nedenle mantık bize varlığın yapısını ve tümel yasalarını öğretir.
Aristo gibi Thomas da varlık evrenini birbiri üzerine düzenlenmiş olan çeşitli "alanlara" ayırır. Önce elemanlar evreni, bunun üstünde de bitkilerin, hayvanların ve insanların evreni vardır. Bu sonuncu varlık alanı, aynı zamanda "ruh"u da kapsar. Fakat yalnız insan "kendini bilmek" olanağına sahiptir. Yalnız insan kendisi ve evrendeki yeri konusunda derin düşünebilir.
İşte bu yetenek insana, aynı zamanda kendisinin üstünde ne bulunduğunu düşünebilme, Allah'ı düşünebilme olanağını kazandırır. Zaten insanın bu evrendeki varlığının hikmeti, kendisini ve Allah'ı bilmesidir. O halde Thomas için gözlem hayatı pratik hayattan üstündür. Thomas kendisi bir keşiştir ve bu nedenle teorik yaşamı tercih etmesi doğaldır.
Thomas'ın "devlet felsefesi", Aristo'nun ve Augustinus'un düşüncelerinden oluşan bir karmadır. Thomas'da insanın sosyal bir yaratık olduğu, yapısı gereği kendi cinsleri ile birlikte yaşamak zorunluluğunda olduğu düşüncesi, Aristo'nundur. Aynı şekilde devletin bir "hayır" kurumu olduğu görüşü de Aristo'dan gelir.
Oysa Augustinus'un devleti, "zorunlu bir kötülük" olarak anladığını biliyoruz. Fakat devletin, "bir dünya devleti olması gerektiği" düşüncesinde Thomas, Augustinus ile aynı görüşü paylaşır. Dünya devleti Kutsal devletin bir kopyası olmalı, yeryüzünde onun düzeni gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır. Sonuç olarak Thomas da, Augustinus gibi, Kiliseyi devletten üstün tutar. Çünkü Kilise kutsal, devlet ise sosyal bir kuruluştur. Bütün bu düşünceleri ile Thomas, klasik Ortaçağ için karakteristik olan görüşleri de sergilemiş oluyor.
Thomas'ın ölümünü izleyen yüzyıl içinde artık skolastik sistemin dağılmaya, çökmeye başladığını görüyoruz. Böylece skolastiğin son dönemi başlamış oluyor. İlk dönemde Skolastik, dinin temellerinin akıl ile açıklanabileceğini sanıyor ve bunu benimsiyordu. İkinci dönem ilahiyat ve felsefeyi kısmen birbirinden ayırmıştır. Dine, felsefe tarafından kavranmasına olanak bulunmayan, esrarlı yanlar bırakılmıştır.
Sonuç olarak Skolastiğin son dönemde iman ile bilim arasındaki karşıtlık büsbütün "fazlalaşmış", bilimin payı sınırlandırılmış ve imana daha geniş bir alan ayrılmıştır. Bu son dönem, dogmaların akıl ile kanıtı mümkün olduğu görüşünü tümüyle reddeder. Bilginin konusu ancak "doğa"dır. Bu nedenle bilgide Allah konusunun ele alınmaması gerekir. | |
| | | xezal Admin
Mesaj Sayısı : 438 Yaş : 30 Nerden : beytüşşebap Kayıt tarihi : 26/05/08
| Konu: Geri: David Hume Perş. Mayıs 29, 2008 7:02 pm | |
| Gazali
(1059-1111) Farabi ve İbni Sina'nın karşısına, İslâm felsefesinin üçüncü önemli kişiliği olan Gazali bir eleştirmen olarak çıkar. Gazali "şüphecilik" ile "iman"ı birleştirme girişiminde bulunan özel bir düşünür tipidir. Gazali, Eflâtuncu Farabi ile Aristocu İbni Sina'yı birer rasyonalist sayar. Ona göre bu iki filozof da dogmayı rasyonelleştirmek, yani açık-seçik sözleri aklın anlayabileceği bir şekle sokmak, akıl ile aydınlatmak istemiştir.
Böylelikle, Gazali'ye göre, gerek Farabi gerekse İbni Sina aklı imanın üstüne koymuş oldular. Oysa Gazali dini, bilimsel bilginin "karşıtı" olan bir şey diye yorumlar. Ona göre dinin dogmaları bilimsel açıklamalarla, bilimsel bilgilerle aydınlatılamaz. Dinin dogmaları yerine bilimin bilgileri konulamaz. Gazali, Farabi'nin ve İbni Sina'nın karşıtı olarak, dogmayı bilgiden üstün sayıyor ve böylece, İlkçağ şüpheciliğini sürdürmüş oluyor.
Gazali şüpheciliğin bütün kanıtlarını yalnızca "bilimsel bilgiye karşı" kullanmaya kalkar ve bunun için de bilimsel bilginin son derece önemsiz ve çürük bir temel üzerinde oturmakta olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Ona göre bilimsel bilgi, kanıtlanması olanaksız bulunan birtakım varsayımlara dayanır. Şayet dogmalara körükörüne inanılmasını istiyor diye din eleştiriyorsa, aynı eleştiri bilim içinde yapılabilir. Bu görüşünü doğrulamak için de Gazali teorik matematiğin içinde yüzdüğü çözümlenememiş güçlüklere dikkat çeker.
Söz gelişi uzay ve zamanın sınırsız bölünebileceği düşüncesi, bu tür güçlükleri içinde taşır. Ayrıca Gazali, bilimlerin temellerinden biri olan "doğada her olayın bir nedeni olduğu" varsayımının da güçlüklerle dolu olduğunu gösterir.
Sebep ve sonuç kavramları arasındaki ilişkinin hiç de açık olmadığını, birçok kez sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi anlayamadığımızı söyler. Sonuç olarak bilim, kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayanır. Bunun için güvenilir değildir ve çürüktür.
Böylece Gazali bilime saldırmakla dini korumuş, yani bilime karşı şüpheci bir tutum almakla, mistisizme içtenlikle inanmış dindar insan tipini savunmuş ve aynı zamanda dinin dogmalarını akıl ile aydınlatmaya, desteklemeye çalışan skolastiğe karşı da cephe almış oluyor.
Farabi, İbni Sina ve Gazali Doğu İslâm kültürünün üç büyük temsilcisidir. Önce Doğuda gelişen bu kültür, sonraları Batıya da geçmiş ve İspanya ile Fas'ta büyük bir etki alanı kazanmıştır. Nitekim Ortaçağın ilk yarısında tüm İspanyol kültürü tam anlamı ile İslâm kültürünün etkisi altındadır. Bilge Hikayeleri Felsefi Görüşler Filozoflar Genel Karma Felsefesi İletişim Anasayfa | |
| | | xezal Admin
Mesaj Sayısı : 438 Yaş : 30 Nerden : beytüşşebap Kayıt tarihi : 26/05/08
| Konu: Geri: David Hume Perş. Mayıs 29, 2008 7:03 pm | |
| Philon
(Tahminen M. Ö. 25 - M.S. 50) Philon milât yıllarında yaşamış ve aslen yahudi olup önemli etkinliği olan bir düşünürdür. Bu filozofun, İskenderiye yahudilerine bazı kolaylıklar sağlaması için Roma İmparatoru Caligula'yı gönderilen heyette bulunduğunu biliyoruz.
Philon; Yahudi dini ile Yunan felsefesini, özellikle de Eflâtun felsefesini uzlaştırmaya çaba göstermiştir. Bu çalışmasıyla o, dönemin tipik filozofu sayılmıştır. Kendisi Yunancayı eski İbraniceden daha iyi biliyordu. Bize kadar kalan eserlerinde Philon, Eflâtun'u Hz. Musa'nın bir öğrencisi gibi görür. Bunun için de Tevrat'ın görüşlerini Eflâtun'un görüşleriyle uzlaştırmaya çalışır.
Philon'un eserleri, özü yönünden, Tevrat'ın yorumlarıdır. Yalnız bu yorumlar Eflâtun'un felsefesi açısından yapılır. Philon'un bu uzlaştırma çabasında en önemli nokta, Eflâtun'un ide varsayımına bakışı ve bu varsayımda yaptığı değişikliklerdir.
Eflâtun'un, ideleri zamana bağımlı olmayan varlıklar olarak düşündüğünü biliyoruz. Oysa Philon, Eflâtun'un idelerini "Allah'ın ruhunda gizli olan" düşünceler şekline sokmuştur. İdeler, Allah'ın kendilerini düşünmesi halinde var olurlar. Böylece Philon, Eflâtun'un felsefesine "Yaratan"kavramını dahil etmiş oluyor.
Eflâtun için de, Aristo için de Allah'ın evrenin yaratıcısı olmayıp yalnızca mimarı olduğunu, yani Allah'ın gerçekte var olan bir malzemeye ancak şekil kazandırdığını hatırlayabiliriz. Oysa Philon Allah'ı evrenin yaratıcısı yapıyor ve Eflâtun'un idelerini Allah'ın düşünceleri durumuna sokuyor.
Yunan felsefesi, kendisini dinin etkilerinden kurtarmaya çalışan bir düşünce olarak başlamıştı. Zamanla dini görüşlerin yerini bilimsel görüşler aldı. Yunan felsefesi, dönüp dolaşıp başlangıçtaki amacının tam karşıtı olan bir sona ulaşmış, yani son dönemlerinde bu felsefeye yine dinsel görüşler hâkim olmuştur.
İlkçağın son dönemlerinde "dinsel motifler" gittikçe daha çok güç ve de etkinlik kazanmıştır. Bu dönemde, öncelikle, insanın dinsel gereksinimlerini doyuma ulaştırmak için felsefeye başvurulmuştur. İlkçağda Yunanistan ve Roma'da dinler devlet dini şeklini alacak yol izlemiştir.
İlkçağda Tanrılar, özel kişilerle ilgileri çok az olan "Devlet Tanrıları" idi. Bu gelişimin sonunda devletin kendisi de bir Tanrı şekline sokulmuş, söz gelişi Roma'da imparatorlara tapınılmış ve kurbanlar sunulmuştur. İmparator devletin temsilcisinden başka bir şey olmadığına göre, gerçekte tapınma konusu yine devlettir.
Roma'da bu resmî din yanında bir de tamamen "bireye" ait bir din gereksiniminin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Bu kişisel dinin ağırlık merkezini de "ruhun ölümsüzlüğü" düşüncesi oluşturur. Ruhun ölümden sonraki durumu konusu, insanı daima ilgilendirmiştir. Resmi devlet dini bu gereksinime cevap veremiyordu. İşte bu gereksinim, Doğu'dan gelen dinlerin Roma'da yerleşip cemaatlerini oluşturmasına çok yardımcı olmuştur. Bunun sonucu olarak Roma'da, özellikle son dönemlerde, küçük büyük çeşitli Tanrılara inanıldığını biliyoruz.
İlkçağın sonlarında din gereksiniminin felsefeyi de etkilediğini, felsefede de yer aldığını görüyoruz. Bu nedenle bu dönem felsefesi ruh göçüne inanıyor, Daimonlara evrende önemli bir yer ayırıyordu. Çünkü bu felsefe evrene yalnız maddesel güçlerin değil, aynı zamanda ruhsal güçlerin de hâkim olduğuna inanıyordu.
Bu felsefede, bilginin yalnızca bir gözlemden, yalnızca mantıksal bir çıkarımdan oluşmadığı, bilgide mistik motiflerin de önemli rol oynadığı görüşü ağırlık kazanıyordu. Mistik bilgiler bir sezişin, bir gözlemin ürünüdür ve sezgi de ancak olağanüstü insanlara has bir yetenektir. İnsana son gerçekleri tanıtan bu seziş yeteneği, Allah'ın bir hediyesi olup, herkeste değil, yalnızca bu bağışa kavuşmuş olanlarda bulunur.
Bu tür düşünceler yanında bir de çeşitli dinlerin mitolojileri işe karıştırılmış ve bunların felsefî yönden yorumuna kalkışılmıştır. Bu türden görüşlere sahip olan bir felsefe, bugün bizim değerlendirmemizde uydurma inançlar (hurafeler)la dolu olan bir felsefeden başka bir şey değildir.
Din ile iç içe girmiş bu felsefeden büyük bir sonuç, önemli bir başarı ortaya çıkmıştır: İlkçağın son dönemi, öteki büyük felsefe sistemleriyle haklı olarak aynı ayarda sayılabilecek olan bir felsefe akımını, yani "Yeni Eflâtunculuk"u yaratmıştır. | |
| | | | David Hume | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|